23 Aralık 2012 Pazar

Fazla Kiloların Suçlusu Kim?



Ülkelerin borçlanmaları kadar insanların borçlanma seviyeleri de artmış durumda. Hane halkı borçlanma oranları giderek ödenemez seviyelere doğru ilerliyor. Dünya tepeden tırnağa “mükemmel” bir borç yükü yaratmış durumda. Borç ile yaratılan varlığın gerçek varlık olmadığını her kriz bize daha açık anlatsa da maalesef borçla varlık yaratmaya devam ediyoruz. Öte yandan günlük ihtiyaçlarımızı temin etmek için yarattığımız borçlar da bir o kadar fazla. Tüm dünya kredi kartlarına, kişisel kredilere ve adı ne olursa olsun borçlanmayı sağlayan finansal enstrümanlara karşı son derece samimi. Zaman zaman öfkeye kapılsa da onlara karşı büyük bir beğenisi var. Kendisi için borç yaratacağını ve bu borcun da günü geldiği zaman faiziyle birlikte ödenmesi gerektiğini bile bile borçlanmaya devam ediyor. Gerçekten iyi olan şeylere bile bu kadar talep olduğu pek görüldük şey değildir. Peki ama tüm dünya, ülkeler, şirketler ve insanlar nasıl oluyor da sanki birbirini taklit ediyormuş gibi büyük bir borçlanma yarışının içine girdiler ve bir tülü çıkamıyorlar?

Bugün Amerikalıların %66’sı obezite ve aşırı kilodan yakınmaktadır. Bu oran sadece on yıl önce %20’ler seviyesindeyken nasıl olmuştur da bu kadar hızlı bir şekilde yükselmiştir?

Obezite bugün sadece ABD’nin değil, tüm dünyanın sorunudur. Toplumsal ve bireysel mücadelenin şiddeti giderek artsa da obezite maalesef durdurulamamakta, tam tersi hızla yayılmaktadır. Tıp bilimi maalesef bu büyük sorunu çözmekte henüz kesin bir başarı gösterememiştir. Yapılan araştırmalar obezitenin aşırı yemek yeme, genler, sosyal hayat düzensizlikleri ve psikolojik faktörler gibi nedenlerle ortaya çıktığını söylemektedir. Bunlara karşı geliştirilen tedavi yöntemleri de genellikle egzersiz, diet programları, felsefik müdahaleler ve ilaç önerileri şeklinde oluşmaktadır. Fakat tüm bu önlemlere rağmen obezite yüksek bir hızla artmaya devam etmektedir. Tıp bilimi ortaya koyabileceği tüm tedbirleri almasına rağmen nasıl oluyor da obezite yayılmaya devam ediyor? Acaba bir yerlerde bir hata yapılmış olabilir mi? Obezitenin gerçek nedeni tüm bunların dışında farklı bir şey olabilir mi?

Sosyal ağlar üzerine araştırmalarıyla tanınan Nicholas Christakis ve James Fowler adlı bilim adamları 2007 yılında “The spread of obesity in a large social network over 32 years” adlı bir makale yayınlarlar. Christakis ve Fowler 32 yıllık bir periyotta on binlerce kişinin fiziksel vücut değişimlerini incelemişler ve o güne kadar kimsenin tahmin edemediği bir sonuca ulaşmışlardır: Obezite bulaşıcıdır!

Yaptıkları araştırmalarda kişileri, bir arada yaşadıkları ailelerini, arkadaşlarını ve arkadaşlarının arkadaşlarını 32 yıl boyunca incelemişlerdi. Gördükleri şuydu. Kişinin bağlantıda bulunduğu kişiler obezse onun da obez olma ihtimali tüm olasılıksal hesapların üzerinde büyük bir benzerlik içeriyordu. Daha basit ifade edersek obezler obezlerle, zayıflar zayıflarla aynı ağlar içinde yer alıyordu. Yani ortada sosyal bir bulaşıcı hastalık vardı. Peki ama dünyanın en yaygın bulaşıcı hastalığı nasıl bulaşıyordu?

Aslında sorun sadece kişilerin kendilerine benzer kilodaki kişilerle ilişki içinde bulunmasından kaynaklanmıyor. Obez kişilerle yakın olan zayıflar da bir süre sonra yeme alışkanlıklarını ve tercihlerini yakınlarındaki obezlerin tercihleri yönünde değiştirmeye başlamaktadırlar. Davranışlar taklit edilmeye başlayınca kilo seviyeleri de birbirine benzemeye başlamaktadır. Fikirler ve davranışlar bitişik konumdaki kişiler tarafından sürekli olarak taşınmaktadır. İnsanlar yalnız yaşamaya ve günlerini geçirmeye alışık olmadıklarından, alışkanlıkların ve düşüncelerin taşınma hızı artmaktadır. Herkesin sevdikleriyle birlikte olma arzusu için de aynı şey söylenebilir. Tüm bu nedensellik zinciri sonuçta baskın taraf olan obeziteler lehine doğru bir değişim yaratmaktadır.

Makale yayınlandığında sert tepkiler alsa da bugün gelinen nokta itibarıyla obezitenin bulaşıcı olduğu herkesin kabul ettiği bir olgu haline dönüşmüştür. İşte obezitenin tipik bir bulaşıcı hastalık gibi yayılmasının ardındaki nedensellik borçlanma için de geçerlidir. Ülkeler, şirketler ve kişiler ilişki içinde bulunduklarının düşünce ve davranışlarını taklit etmektedir. Borçlanmanın yayılma yöntemi incelendiğinde kabaca şöyle bir haritalandırmaya ulaşılabilir. Şirketlerde başlayan borçlanma öncelikle o şirketlerin ilişkide olduğu şirketlere, sonra diğer şirketlere, oradan şirketlerin müşterilerine ve sonunda müşterilerden geri kalan vatandaşlara geçmektedir. Ülkeler açısından da aynı şeyi söyleyebiliriz. Avrupa Birliği ülkelerinin neredeyse tamamının aynı sorundan şikayetçi olması birbirlerinin davranışlarını kısa süre içinde taklit etme ve taşıma özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Sonuç olarak da herkes en yakınındaki ya da kendi iletişim ağları içindeki diğer kişilerin borçlanma ile varlık ya da zevk yaratma davranışlarını tekrar ederek dünyayı büyük bir borç yükünün içine itmişlerdir.

Tıpkı obezitede olduğu gibi borçlanma için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Tıp ve kişisel irade ile dünyanın obezite sorunu çözülemeyeceği gibi borçların yapılandırılması veya geri ödenmesiyle de borç sorunu çözülemez.

Duyguların kendine has nedenlerini aklın anlaması maalesef hep uzun sürmektedir. Kendimizi hata yaparken rahatsız etmediğimiz sürece aklımızı duygularımızın suç ortağı yapmaya devam ediyoruz demektir.

Kaynak :http://globalekonomikmonitor.blogspot.com/  (İnsanın irrasyonel davrandığına ilişkin birçok makalenin bulunabileceği blog)

21 Aralık 2012 Cuma

Çalışanların Duymak İstedikleri


İlginç bir makale. Özellikle ülkemizde çalışanların duydukları ile karşılaştırılınca. Yine olması gereken ve olan ayırımı! 

4 Powerful Words Employees Need to Hear


Four simple words, used correctly and with the right intent, can make a powerful impact on your business, your life, and other people.
Here's how.
When you need help, start by using these four--and only these four--words:
"Can you help me?"
And then, for a moment, stop there.
Here's why.
You're not a kid anymore. You're an adult. You're smart and experienced and savvy. You've accomplished things. You've earned your place in the world.
So when you ask for help you also tend to unconsciously add image enhancers. For example, if you need help with a presentation you might go to someone and say, "I'm meeting with investors next week and my slides need a few formatting tweaks."
The problem is that wording serves to frame and signal your importance and ensure your ego is protected. Okay, you may need a little assistance with some trivial matter like a PowerPoint layout, but still: You are the one presenting to investors. You do the heavy lifting around here. You are the big dog in this particular hunt.
Plus you haven't really asked--you've stated. (When you're in charge and accustomed to directing others, turning requests into directives is a really easy habit to fall into.)
Here's a better way.
When you need help--no matter the kind of help you need or the person you need it from--take the bass out of your voice and the stiffness out of your spine and the captain out of your industry and just say, with sincerity and humility, "Can you help me?"
I guarantee the other person will say, "Sure," or, "I can try," or, "What do you need?" No one will never say "no," even a stranger. "Can you help me?" speaks powerfully to our instinctive desire to help other people.
Then make sure not to frame your request. Don't imply that you place yourself above the other person. Don't make your request too specific. And don't say what you need.
Instead, say what you can't do. Say, "I'm awful at PowerPoint and my slides look terrible." Say, "We absolutely have to ship this order by Tuesday and I have no idea how to make that happen." Say, "I'm lost and I can't find my hotel."
When you ask that way several powerful things immediately occur--especially for the other person:
One, you instantly convey respect. Without actually saying it, you've said, "You know more than I do." You've said, "You can do what I can't." You've said, "You have experience (or talents or something) that I don't have."
You've said, "I respect you." That level of respect is incredibly powerful--and empowering.
Two, you instantly convey trust. You show vulnerability, you admit to weakness, and you implicitly show that you trust the other person with that knowledge.
You've said, "I trust you." That level of trust is incredibly powerful--and empowering.
Three, you instantly convey you're willing to listen. You haven't tried to say exactly how people should help you. You give them the freedom to decide.
You've said, "You don't have to tell me what you think I want to hear; tell me whatyou think I should do." That level of freedom is incredibly powerful--and empowering.
By showing you respect and trust other people, and by giving them the latitude to freely share their expertise or knowledge, you don't just get the help you think you want.
You might also get the help you really need.
You get more--a lot more.
And so do other people, because they gain a true sense of satisfaction and pride that comes from being shown the respect and trust they--and everyone--deserves. Plus you make it easier for them to ask you for help when they need it. You've shown it's okay to express vulnerability, to admit a weakness, and to know when you need help.
And then, best of all, you get to say two more incredibly powerful words:
"Thank you."
And you get to truly mean them.

18 Aralık 2012 Salı

Aksakallı Derviş ve Finans mı? Değişik Bir Bakış Açısı..


Finansal piyasalarda neden aksakallı derviş yok!

Doğudan batıya, kuzeyden güneye neredeyse tüm dünya kültürlerinin en aşina tiplerinden biridir aksakallı dervişler. Doğunun bilgelik tapınaklarından çıkıp batının fazla derin düşünmeyi sevmeyen insanları için donat kıvamına dönüştürülen kişisel gelişim hikayelerinin değişmeyen başrol oyuncusudurlar. Aksakallı dervişlerin emekliye ayrılması binlerce kişisel gelişim gurusunun faaliyetlerini durdurması anlamına gelir ki bunun istenmediği ortadadır. Her ne kadar telif hakkı alamasalar da kişisel gelişim sektörünün yarattığı cironun önemli kısmının aksakallı dervişlerden kaynaklandığı kesindir. Sizce aksakallı dervişlere olan tutku nereden kaynaklanıyor?

Hemen hemen tüm kültürlerdeki aksakallı dervişlerin aynı dört ortak özelliği olduğu söylenir. Hindu tapınaklarından Noel Babaya kadar tüm aksakallı dervişler dürüst, bilge, cömert ve yardımsever olarak bilinirler. Adeta bu özelliklerin aksakallarından yansıdığı düşünülür. Fakat tuhaftır ki finansal piyasalarda bizi ışığından yararlandıracak tek bir aksakallı derviş bile yoktur. Gelirleri, büyük şirketler ile yoksul insanlar arasında adilane bir şekilde nasıl dağıtılacağını anlatan dürüst bir ak sakallı bulamayız. Girdiğimiz krizden nasıl çıkacağımızı ya da en azından ABD’nin mali uçurumdan nasıl uzaklaşacağını söyleyen bilge bir aksakallıya ne kadar da ihtiyaç var değil mi? Yunanistan, İspanya gibi fakir ülkeleri kurtarmaktan yorulan troykanın yerine yardım yapacak cömert bir aksakallı fena mı olurdu? Ya da “kıyamete bir haftadan az kaldı “şort”layın evlatlarım” diyen zeki bir aksakallı dervişe kim hayır diyebilir ki? Ama maalesef yok. Sanıyoruz uzmanlık alanları kişisel gelişim ve hedef kitleleri de ilk kez gül koklayan heykel misali düşünmeyi yeni öğrenenler olduğundan bu niş pazarı kaçırmışlar. Peki ama finansal piyasalarda neden bu ak sakallı dervişleri göremiyoruz?

Psikolog Robert Wiseman 2007 yılında tuhaf bir deney tasarlar. 5.000 kişinin katıldığı bu deneyde aksakalın ardındaki şifrenin ne olduğunu aramaktadır. İnsanların aksakallıları zeki, bilge, cömert ve yardımsever olarak değerlendireceklerini beklemektedir. Fakat deneyin sonuçlarından hiç de beklemediği bir gerçeğe ulaşır. Dürüstlük, bilgelik ve cömertlik ile aksakal arasında herhangi bir ilişki bulunmamaktadır. Sakalsız insanlar aksakallılara göre %28 daha cömert, %30 daha bilge ve %29 daha cömert olarak algılanmaktadır. Bunların yanında şeytani düşünce, gizlilik ve kötü hijyen de aksakallı dervişler hakkındaki olumsuzluklar olarak öne çıkmaktadır. Fakat Wiseman’in en önemli bulgusu dürüstlük konusundadır. Deneye katılanların neredeyse tamamı sakalsız temiz bir yüzü aksakallıya göre daha dürüst bulmuştur. Yani aksakallılar maalesef güvenilir bulunmamıştır. En basit haliyle özetlersek tüm aksakal hikayeleri –ki eğer gerçekseler kendini yaratan kehanetten başka bir şey değildir.

Kararların pembe felsefik tapınak öğretileriyle değil rakamlar ve gerçek bilgi ile alındığı finansal piyasalarda doğal olarak aksakallı bilge bulamazsınız. Çünkü hayatın anlamı olduğunu düşündükleri sığ felsefik deyişlerini ciddiye alacak birilerini bulmaları çok zordur. O nedenledir ki Forbes’in zenginler listeleri hep sakalsız insanlarla doludur. İnsanlar onları daha güvenilir buldukları için cömertliklerini de esirgemezler.

Finansal piyasalarda işlem yapanlar finansal kararlarına dayanak olan bilgiyi seçerken bir şeyi iyi bilirler: Var olan bir şey yok olan bir şeyden gelemez...
Kaynak: http://globalekonomikmonitor.blogspot.com


that is it.. puzzle


13 Aralık 2012 Perşembe

Kısaca Davranışsal Finans


Bilindiği gibi Türkiye Sermaye Piyasası Aracı Kuruluşlar Birliği aylık yayınlarla piyasalara ilişkin en güncel haber ve bilgileri okuyuculara sunmaktadır. Ağustos 2012 sayısı ise Davranışsal Finans konusunu içermektedir. Çalışma davranışsal finansa genel bir bakış açısı sunmaktadır.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Davranışsal&Standart Finans

M. Statman'a göre, standart finansta yatırımcılar otokontrol ve pişmanlık gibi duygulardan yoksundur. Standart finansta insanların bir uçağı bir dakika önce kaçırmaları sebebi ile hissettikleri üzüntü, bir saat önce  kaçırmaları nedeni ile hissettikleri üzüntüden daha büyük değildir. Bugün standart finans o kadar anomaliler ile ağırlıklıdır ki finansal teorilerin davranışsal yöntemlerle yeniden oluşturulması gerekmektedir. 

Kendi aklınızı kullanmak ile başkasının akılsızlığını kullanmak aynı şey midir?


Durup dururken hiç tanımadığınız birine cebinizdeki paranın bir kısmını çıkarıp verir misiniz?.. Böyle bir soruya evet yanıtı verirseniz herkesin sizi aptal yerine koyması riskini de göze alırsınız demektir. Fakat yine de cevabın “Hayır vermem!” olduğunu düşünmeyin. 

Şu anda devam eden ve çözümsüzlüğe giden Avrupa Birliği bütçe görüşmelerinde tam da bu durum yaşanmaktadır. Birliğin zengin ülkeleri yıllarca ceplerindeki parayı hiçbir neden yokken birliğin fakir ülkelerine dağıttılar. Fakat şimdi yaşanan kriz nedeniyle veremiyorlar. Bu da zengin ve fakir ülkeler arasındaki fikir ayrılığını arttırıyor. Bu noktada girişte sorduğumuz soruya dönelim. Eğer hiç tanımadığımız birine cebimizdeki paranın bir kısmını vermiyorsak Avrupa Birliği bu paraları yıllarca neden diğer ülkelere çıkarıp vermiştir dersiniz? 

Klasik ekonomi öğretisi ve onun başrol oyuncusu rasyonel insana göre insanlar durup dururken paralarını başkalarına vermezler. Çünkü bu hiç mantıklı değildir. Fakat insan doğası üzerine yapılan araştırmalar zaten hiç de mantıklı yaratıklar olmadığımızı göstermektedir. Kendimizi nasıl hissettiğimiz, nasıl gördüğümüz, diğerlerinin bizi nasıl gördüğü gibi pek çok faktör bizi irrasyonel bir hale dönüştürmektedir. 

Diktatör oyunu adlı bir deneyde kişilere 10 dolar verilir ve bu paranın ne kadarını deneye katılan ikinci oyuncuya vereceği sorulur. Kişi, ikinci oyuncuyu tanımamakta ve isterse paranın tamamını kendisi alma hakkına sahiptir. Üstelik bunu yaptığında ikinci oyuncu hiçbir itirazda bulunamayacak ve deney tamamlanmış olacaktır. 

İkinci oyuncunun hiçbir pazarlık gücü olmadığı için bilinen tüm ekonomi teorilerine göre kendisine 10 dolar verilen oyuncunun tüm parayı kendisine saklaması gerekmektedir. Eğer bu para içinden 0,01 dolarını bile ikinci oyuncuya verirse, ikinci oyuncu için herhangi bir maliyet yaratmayacağı için kabul edilecektir. Bu ekonomistlerin söylediğidir. Fakat deneyden çıkan sonuçlar böyle değildir.

Kendisine 10 dolar verilenlerden çok azı paranın tamamını kendisine ayırmıştır. Katılanların önemli bir kısmı paranın 3 dolarını ikinci oyuncuya verir. Bu sonuç ekonomistleri şaşırtmıştı. Çünkü ortada hiçbir nedensellik yokken böyle bir sonucu açıklamak gerçekten zordu. Sizce insanlar ceplerindeki paranın %30’unu neden ismini bile bilmedikleri yabancılarla paylaşmışlardır?

Bu sorunun yanıtını bulmak için şimdi 2007 yılında Amerika’da yaşanan bir olaya dönelim. Bob Kitts adlı inşaat ustası, arkadaşı Amanda Reece’in evinin tadilatı için kendisiyle anlaşmıştır. Evi yıkacak ve yeniden yapacaktır. Bop çalışmalara hemen başlar ve evi yıkar. Oluşan atıkları kaldırırken evin temel duvarları içinde bir zarfa rastlar. Zarfın üzerinde “P.Dunne Haber Ajansı” yazmaktadır. Zarfı açar ve içinde 182.000 dolar para olduğunu görür. Paralar 1929 ekonomik buhranı sırasında duvarın içine saklanmış ve orada unutulmuştur. Şimdi Bob Kitts’in şu soruya yanıt vermesi gerekmektedir: Cebinizdeki parayı başkalarıyla paylaşır mısınız?

Bop’un para bulduğunu evin sahibi Amanda bilmemektedir. Bilse bile para onun değil, 90 yıl önceki sahiplerine aittir ve onların da kim olduğu belli değildir. Bop için karar verme anıdır ve Bop kararını verir. Evin sahibi Amanda’ya konuyu anlatır ve paranın bir kısmını kendisine vermek istediğini söyler. Amanda kabul eder ve Bop teklifini yapar. Bop’un teklifi paranın %10’udur. 

Bu tutar deneylerin gösterdiği sonuçların oldukça altındadır. Zaten Amanda da bunu fark etmiş olacak ki paranın %40’ını ister. Oysa klasik ekonomi teorisine göre Amanda’nın teklifi kabul etmesi gerekirdi. Fakat Bop itiraz eder ve aralarında tartışma başlar. Yerel basına yansıyan olayı bir anda şehirde yaşayan herkes öğrenir.

Eğer Bop deneylerde ulaşılan sonuç olan paranın en azından %30’unu teklif etseydi anlaşmış olacaklardı. Fakat çok daha azını yapmıştı ve bu her ikisine de çok pahalıya patlamıştı. Birkaç gün içinde mahkemeden gelen mektupla şaşırmışlardı. Para zarfının üzerinde yazan P.Dunne Haber ajansının varisleri, sahibi oldukları gerekçesiyle paranın kendilerine verilmesini talep ediyorlardı. Sonunda da kazanan onlar olur ve paranın tamamını alma hakkını elde ederler.

İşte Avrupa Birliğinin zengin ülkeleri de yıllardır ceplerindeki paranın bir kısmını fakir ülkelere hiçbir görünür ekonomik neden yokken vermektedirler. Bugünlerde yaşanan tartışmalarda ise yoksul ülkeler, zenginlerin ceplerindeki paranın bir kısmını kendilerine vermek istememeleri nedeniyle şikayet etmektedirler. Tıpkı Bop’un, paranın %10’unu teklif ettiği Amanda’nın parayı az bulup kabul etmemesi gibi. Oysa klasik ekonomi, hem Amanda’nın hem de Avrupa Birliğinin yoksul ülkelerinin yapılan teklif ne olursa olsun kabul edeceğini söylüyordu. Fakat bekledikleri adil paylaşım bu değildi. Şimdi yazımızın başındaki soruyu yeniden soralım. Peki ama neden insanlar durup dururken ceplerindeki parayı paylaşma yoluna gidiyorlar?

İnsancıllık gibi ölçülmesi zor faktörlerin işin içinde olması muhtemel. Fakat araştırmacılar çok daha önemli bir ekonomik neden bulmuşlardır: Gelecekte bir karşılık bekleme!

Eğer gelecekte, bugün paranızın bir kısmını verdiğiniz bir yabancıdan bir karşılık bekliyorsanız veya bekleme ihtiyacı içine giriyorsanız, bu tür bir irrasyonel davranışa doğru yöneliyorsunuz. Gelecekte bir karşılık bekleme insanların binyıllardır evrimleşmiş bir özelliğidir. Gelecek belirsizliği avcı-toplayıcı toplumdan bugüne kadar insanoğlunun düşünce sisteminde kalıcı bir özelliğe dönüşmüştür. 

Bugün Avrupa Birliğini kuranların yıllarca paralarını hiç tanımadıkları ülkelerle bölüşmesinin arkasında yatan sebep gelecekte Birlik otoritesini devam ettirmelerine ihtiyaç duydukları üye ülkelerin oylarıdır. Paralarını paylaşma nedenleri işte budur.

Diktatör oyunu, Avrupa Birliğini kuranların, paralarının bir kısmını sadaka olarak fakir ülkelere neden dağıttıklarını açıkça göstermektedir: Sadece oy için!

Paylaşmak üzerine dünya düşünce tarihinin yarattığı tüm bilgelik hümanizm üstüne kuruludur. Paylaşmanın ardındaki nedenselliğin bu ekonomik acı yönünü gösteren bir filozof ise bugüne kadar maalesef çıkmamıştır. Kendi aklınızı kullanmak ile başkasının akılsızlığını kullanmak sanıyoruz aynı görülmüştür.

Kaynak: http://globalekonomikmonitor.blogspot.com/2012/11/kendi-aklnz-kullanmak-ile-baskasnn.html

Rational Is Stupid: Meir Statman on Behavioral Finance


It’s Valentine’s Day. Should you give your beloved $10 or a rose that costs $10?
Think about it in rational economic terms. What good is the rose anyway? It serves no practical purpose, and she can’t preserve it for long to enjoy its beauty. Slowly but surely, the rose will rot. But a $10 note is different. She can use the $10 to maximize her utility. You do not know her utility function, so leave the choice to her. She may buy a book or a frying pan or put it in her savings account.
If you prefer the $10 over the rose, you would be rational — but plain stupid! That’s because you overlooked the expressive and emotional benefits of giving a rose. This is how Meir Statman, a well-known expert on behavioral finance, exposed the flaw in utilitarian rationality while addressing an attentive audience of investment professionals at the sold-out continuing education event organized by the CFA Society of the UK in London on 4 Oct 2012. Due to widespread interest in the event, CFA Institutebroadcast it live over the Internet.
Carrying the analogy of the $10 rose into investing, Statman explained that while economic rationality demands that investors only seek utilitarian benefits from investing, focusing solely on risk and return, investors often want expressive and emotional benefits as well.
When we invest in a hedge fund only accessible to high-net-worth individuals, we are not only seeking alpha but also making a statement that we are elite and not the average Joe who invests in ordinary mutual funds. Similarly, when we invest in funds that avoid the “sin stocks” — alcohol, tobacco, gambling — we are seeking the expressive and emotional benefit of not putting our money where our heart isn’t. Sometimes, we repeatedly buy and sell stocks for the fun of trading, even if such trading loses us money, sacrificing utilitarian benefits for emotional and expressive benefits.
Statman, who is the author of the popular book, What Investors Really Want, used a mix of narrative, images, data, and amusing video clips to enlighten and entertain his audience. He shared findings from complex quantitative research — such as those from his paper, “Portfolio Optimization with Mental Accounts,” which was coauthored with the Nobel Prize-winner Harry Markowitz — in easy-to-understand terms.
Statman emphasized that it is impossible to separate the utilitarian, expressive, and emotional benefits of investing, and when we ignore the expressive and emotional benefits, we lose useful insights into what investors really want.
Institutional investors may think expressive and emotional benefits are relevant for individual investors but irrelevant for professional investors. But, Statman argued, professional investors also invest for themselves and may be serving individual investors.
Statman argued that investors are not “rational” — the computer-like utility-maximizing machines that traditional economic theory assumes us to be — but “normal.” As normal investors, we are prone to cognitive errors. We may lack self-control, wrongly frame issues, only seek evidence that proves our ideas, have excessive loss aversion, divide our money into mental accounts, be overconfident in our abilities, or thoughtlessly follow others.
His key point was that investors should learn the science of investing — logic and empirical evidence — to overcome cognitive errors and make better investment decisions. He gave the example of Noble Prize-winner John Nash, as depicted in the movie, A Beautiful Mind, in which Nash remained unable to differentiate between reality and his hallucinations until he employed logic and empirical evidence.
Statman believes that because of the large and widespread losses across asset classes in 2008, some investors have lost faith in diversification, which is an integral part of the science of investing. Sharing findings from one of his research papers, Statman asserted that even if returns of assets across markets are increasingly going up and down together because of globalization, diversification will reduce both downside and upside as long as the correlation is not one — the science of investing holds true.
According to Statman, some who have lost faith in diversification are now trying to time the market, often by making subjective assessments of whether the price-to-earnings ratios of stocks are high or low. He argued that market timing may not be impossible but is very difficult, and he showed findings from his research that support this point.
Elaborating upon cognitive errors, he said that investors wrongly frame trading as a solitary jog in the park when it is really competitive running. He reminded investors that in financial markets, they are trading against the most well-informed and resourceful competitors; their chances of beating the market may only be as good as their chances of winning a 100 meters dash against Usain Bolt.
Professor Statman said that “good investment professionals are like good physicians,” they take care of their clients — not only of their wealth but also of their well being — through the science of investing. Like good physicians, these investment professionals “ask, listen, empathize, educate, prescribe, and treat.”
Statman’s final advice to investors: You are neither rational nor irrational but normal. Learn the science of investing to overcome your cognitive errors to become a smart investor. And when the occasion calls for you to give your beloved a rose, don’t be fooled by utilitarian rationality. Don’t give her a $10 note, give her a rose!

9 Aralık 2012 Pazar

İşlem sayısı arttıkça net getiri azalır mı?

Barber ve Odean (2000), yapmış oldukları çalışmada işlem sayısının artması ile yatırımcıların portföylerindeki net getirinin azaldığını tespit etmişlerdir. Aşırı güven (overconfidence) arttıkça yatırımcıların piyasayı yenebilme inançlarının da arttığı bu durumun ise daha çok portföylerindeki varlıkları değiştirme ile sonuçlandığı bilinmektedir. Bu durumda yatırımcılar daha fazla işlem yapmakta, işlem sayılarının artması ise onların maliyetlerini daha fazla artırmaktadır. Bütüne bakıldığında, işlem sayısının artması yatırımcıların portföylerine zarar vermektedir. 

6 Aralık 2012 Perşembe

Puzzle

Hayat puzzle parçaları gibidir.. bütünü dizayn etmek için didik didik günleri yerleştirirsin ömrüne..parçalar birbirine uymaz bazen, tamam derken tamam değildir aslında... ilmek ilmek eklersin her bir parçayı tabloya.. yavaş yavaş çıkar bütün ortaya.. bir parçayı yanlış yerleştirirsen puzzle'a,  o parçayı çıkarmak için hep arar durursun tek bir  parçacığı.. bazen çok geç bulursun o yanlışı bazen çok erken... 
sabır gerektirir puzzle.. tıpkı hayatın sabır gerektirdiği gibi.. ağır ağır ilerlemek lazım.. amaç hemen yapıp hırsla bitirmek değildir.. bütün ortaya çıkarken keyifle izlemektir ya amaç, amacın dışında her duygu puzzle yaparken zarar verir insana.. Her parçayı yerleştirdiğinde, puzzle bitmiş olacak, tıpkı hayatın tamamlanması gibi.. burada önemli olan bir şey var galiba.. geriye döndüğünde nasıl işledin günlerini ömrüne.. bitmesine bitti de puzzle, peki bitirmek için mi uğraştın inatla ve sıkıntıyla, yoksa  her bir aşamayı biteceğini bilerek sabırla, inançla ve umutla mı ilerlettin.. dedim ya, kısaca hayat bir puzzle gibidir..

5 Aralık 2012 Çarşamba

Konut Balonları Patlar mı?


Hemen herkes dikkat çekmeye, konut balonunun çok fazla şişmekte olduğunu vurgulamaya çalışıyor. "Aman dikkat, balon fazla şişti, her an patlayabilir" uyarısı yapılıyor. Aslında balon patlamasa da bir yerlerinden kaçak vermiyor da değil. Ama her geçen gün daha fazla şişirildiği için sıkıntının gelecekte daha da büyümesinden endişe ediliyor.
TÜİK'in dün açıkladığı yılın ilk üç çeyreğine ilişkin inşaat ruhsatı ve yapı kullanma izin belgeleri, bütün Türkiye'de gözlenmekte olan gidişatın resmi verilere dökülmesi açısından önemli bir gösterge.
Merkez Bankası'nın yaptığı ölçümlere göre, konut fiyatları, genel fiyat düzeyinin üstünde, yıllık bazda yüzde 10-11 dolayında bir artış gösteriyor. Bu orana bakarak talebin canlı olduğu ve sektörde bir sıkıntı gözlenmediği söylenemez elbette. Fiyatlar bu düzeyde artıyor olmakla birlikte konutta el değiştirme hızı ne, bu da çok önemli. Özellikle yeni yapılan konutlar satılabiliyor mu, eğer bunlar satılıyorsa ikinci el konutlara olan ilgi geriliyor mu, bunları da irdelemek gerekiyor.
Konut arzında düşüş olduğu halde...
Herkes rahatlıkla gözleyebilecek durumda; dağ taş konut oldu. Hemen her kentte yüksek bloklar yükseliyor. Ama ilginçtir, bu yılın ilk dokuz ayında yapı kullanma izni verilen konut sayısı geçen yılın yüzde 7 altında bulunuyor. Geçen yıl dokuz ayda 391 bin olan yapı kullanma izni verilen konut sayısı bu yıl 364 bine düştü.
Konut arzı gerilemiş olmakla birlikte belli ki talep bu arzı karşılamaktan uzak. Aksi olsa, konut fiyatları fırlar giderdi.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye geçen yıl tamamlanan konutlarla ortaya çıkan stoku bile eritebilmiş değil. Geçen yıla göre azalmış olmakla birlikte bu yıl da 364 binlik bir konut kullanıma sunulunca anlaşılan stok çok daha büyümüş durumda.
Ruhsatta rekor!
Yapı kullanma izin belgeleri mevcut durumdaki konut arzını ortaya koyuyor. Gelecekteki arzın ne olacağını belirleyen ise inşaat ruhsatları.
İlk üç çeyrekte tam 518 bin daire için inşaat ruhsatı verildi. Geçen yılın aynı dönemindeki 432 bin daireye göre yüzde 20 oranında artış var.
Ruhsata bağlanan bu konutlar ortalama bir buçuk yıl sonra tamamlanacak ve kullanıma hazır hale getirilecek. Yani bu yılın inşaat ruhsatları, geleceğin yapı kullanma izin belgelerine dönüşecek.
Bu yıl yapı kullanma izin belgesi verilen konutlar geçen yılın altında kaldığı halde konut arzında talebe göre bir fazlalık olduğu ortada. Gerçi biraz önce de belirttik; arzı belirleyenin yalnızca bu yıl kullanım izni verilen konutlar olamayacağı, geçen yıl izin verilenlerin bir kısmının da henüz satılamadığı için bu yılın arzını artırdığı gerçeği gözden uzak tutulamaz. Ancak, aynı kayma bu yıl da olacak; bu yıl yapı kullanma izin belgesi verilen konutların bir kısmı gelecek yıla arz yönüyle baskı yapacak.
Buna bir de bu yıl inşaat ruhsatı verilen konutların tamamlanacak olmasıyla ortaya çıkacak arzı ekleyin. Öyle anlaşılıyor ki, gelecek yıllarda konutta bir arz patlaması yaşanması hiç şaşırtıcı olmayacak.
"Yap-sat"tan, "sat-yap"a!
Konut sektöründeki balonun iki yönlü zararı var. İnşaat, domino etkisi çok fazla olan bir sektör. Taşlardan biri devrildiğinde, bir müteahhit iflas ettiğinde borçlu olduğu çok sayıda irili ufaklı işletmeyi de zor durumda bırakır, bu kaçınılmaz.
Sorunun vatandaş boyutuna gelince... Eskiden müteahhitler için "yap-sat"çı benzetmesi kullanılırdı. Aslında bu şekilde çalışılmasının bir zararı da yoktu ki. Müteahhit yapıp satıyordu.
Oysa şimdi durum değişti. Çoğu konut yapılmadan satılıyor; yani "yap-sat", "sat-yap"a dönüştü. Ya satılan yapılmaz veya yapılamazsa ne olacak?
İşte vatandaşın kabusu burada başlıyor. Bu tür durumlar hiç yaşanmıyor da değil üstelik; ufak ufak başladı bile.
Ama böylesi "küçük sorunlar", vatandaşı uyaracak haberler geniş kitlelere nasıl ulaşacak ki... Kim en büyük reklam kaynağını karşısına almak ister ki...

aaktas05122012.jpg


ALAATTİN AKTAŞ / EKO ANALİZ